Sultan III. Selim ( 1761-1708)

Sultan III. Selim  ( 1761-1708)

Edebiyata ve güzel yazı yazmaya çok meraklı 0lan Üçüncü Selim, 24 Aralık 1761 tarihinde İstanbul’da doğdu. Babası Sultan Üçüncü Mustafa, annesi Mihrişah Sultan'dır. Sultan Üçüncü Mustafa, kendisinden sonra oğlu Sultan Üçüncü Selim'in padişah olmasını istemişti. Ancak, babasından sonra padişahlığa amcası Sultan Birinci Abdülhamit getirildi. Sultan Birinci Abdülhamid, Sultan Üçüncü Selim'i sarayda göz önünde bulunduruyor, ancak yine de onun eğitimine önem veriyordu. Amcası Sultan Birinci Abdülhamit'in ölümü üzerine 7 Nisan 1789 günü 28 yaşındayken Osmanlı tahtına oturdu.

 

Ciddi bir eğitim görerek yetişen Üçüncü Selim; İyi bir şair, tamburi, neyzen ve hanende idi. Bestekâr da olan Sultan Üçüncü Selim, güzel sanatlara düşkün ve açık fikirli idi. Ancak zaafa varacak kadar yumuşak karakterliydi ve Osmanlı Devleti'nde batıcılığın yerleşmesini istiyordu. Osmanlı Devleti'nin en ıslahatçı padişahlarından biri olan Sultan Üçüncü Selim, Osmanlı Devletinde bugüne kadar gerçekleştirilememiş bir düzenleme yaparak Nizam-ı Cedid ordusunu kurmuştu. Bu köklü yeniliklerden memnun olmayan ve önemli görevlerde bulunan bazı devlet adamları Osmanlı-Rus Savaşı'nın devam ettiği yıllarda İstanbul'da bulunan Yeniçeri Ağaları ile Nizam-ı Cedid'i ortadan kaldırma planları yapıyorlardı. Sultan Üçüncü Selim, Nizam-ı Cedid'i kapatmak zorunda kaldı. İstekleri yerine getirilen asiler buna rağmen ayaklanmaya son vermediler. Bu duruma üzülen Sultan: "Böyle isyankâr tebanın hükümdarı ve halifesi olmaktansa olmamak daha iyidir" diyerek padişahlıktan ayrıldığını açıkladı (29 Mayıs 1807).

 

Alemdar Mustafa Paşa Olayı sırasında Sultan Dördüncü Mustafa adamları tarafından 28 Temmuz 1808 tarihinde öldürüldü. Cenazesi, Laleli Camii avlusunda babası Sultan Üçüncü Mustafa'nın yanına defnedildi.

 

Sultan III. Selim’in Topkapı Sarayı'nda sürdüğü yirmi senelik taç ve taht saltanatının yanı sıra, çocukluğundan beri bütün içiyle, ruhu ile bağlandığı bir de musiki saltanatı vardır. Musiki hocaları Kırımlı Ahmet Kâmil Efendi ve Tamburi Ortaköylü İzak'tır. Ahmet Kâmil Efendi’den usul ve eser meşk etmiştir. İzak ise tambur hocası idi. Bilhassa peşrev ve saz semaileriyle o devrin ünlü bestekârlarından biri olan İzak'a karşı padişahın fevkalâde hürmet ve teveccühü vardı. Yanına geldiği zaman ayağa kalktığı söylenir. Bir gün huzurda icra edilecek Küme Faslı'na geç kalan İzak'ı, harem ağaları içeri bırakmamışlar ve biraz incitmişler. Perde arkasından bu hali gören padişahın fena halde canı sıkılmış ve köleye; “Senin gibi binlerce köle bulurum; ama İzak gibi bir üstat bulamam” diye adamakıllı haşlamış. ( Dr.M.Nazmi Özalp-Türk Musikisi Tarihi C:1 S:197 )

 

III. Selim şiir ve müziğe çok meraklıydı. İlhami mahlasıyla birçok şiirler yazdı ve çok sayıda şarkı besteledi. Klasik Türk Müziğindeki Suzidilara, Şevkefza, Şevk-u Tarab, Arazbarbûselik ve Nevakürdi makamları III. Selim'in buluşlarıdır.

 

Dini müzik olarak ayin, durak, nat, ilahi formunda, din dışı müzik olarak Kâr, beste, semai, şarkı, köçekçe, peşrev, saz semaisi formunda 64 civarında eser bestelemiştir.(Yılmaz Öztuna, Büyük Türk Musiki Antolojisi C:2 S:282)

 

 Şevkefza Makamı’nın icadının hikâyesi şöyle: Sultan Selim’in içi içine sığmıyordu. Bulduğu yeni makam, daha önce bulduklarından bir hayli farklıydı. Gerçi Evcara da çok güzeldi, çok sevilmişti ve Dilhayat Kalfa ile Mehmet Ağa’nın bulunduğu meşkte muhteşem bir Evcara fasıl icra etmişlerdi. Ama nedense kendisine bir Evcara eser bestelemek kısmet olmamıştı. O gün huzura ilk giren bestekâr Kömürcü Hafız oldu. Sultan’ın başka şey konuşmaya sabrı yoktu. Beylik lâfları atlayıp yeni bir makam bulduğu müjdesini verdi. Sultan’ın heyecanı fark edilmeyecek gibi değildi.

 

Kömürcü Hafız, padişahı bu derecede heyecanlandıran makam pek müstesna bir şey olmalı diye düşünüyordu. Ve huzurunda; “Hünkârım, nây-i şerifinizle bir taksim buyursanız da abd-i aciz bu yeni makama agâh olsa” diyerek ricada bulundu. Sultan bu arada neyine uzanmıştı bile. Kısa bir taksim yaptı. Takdir ifadesi görmek için Hafız Efendi’nin yüzüne baktı. Aradığını bulamamıştı. Sordu: “Nasıl buldun?”  diye sordu.

 

Hafız Efendi, sakin bir tavırla anlatmaya çalıştı: “Pek lâtif bir terkip hünkârım. Dikkatimden kaçmadıysa Saba’dan sonra Acemaşiran’a kadar iniliyor, bu perdede Nikriz’le karar ediliyor.”

 

Sultan nasıl çalıştığını anlatmaya başladı: “Esas itibariyle böyle. Lâkin girişteki Saba, Şevkutarab’daki gibi değil, yukarıdan başlıyor. Aslında bu Saba değil.

Çünkü Çargâhın altında Segâh’tan ziyade Kürdî perdesini almak iktiza ediyor. Hatta Kürdi üzerindeki Nikriz’i dahi şöyle bir duyuruyorum. Ondan sonra Saba perdesini Neva’ya tebdil edip aşağı iniyorum. Fakat bu defa da Acemaşiran’da Nikriz yapıyorum. Anlayacağınız kararı Nikriz’li.” 

 

Hafız Efendi ne söyleyeceğini bilmiyordu. Hemen kendini topladı:“Hünkârım, hakikaten pek lâtif. Bu terkibi için hangi isim tensibi buyruldu acaba?”

Sultan, soruya cevap verdi; “Şevkefza.” 

 

Sultanın koyduğu isim şevk artıran manasını taşıyordu. Klasik dönemde çok rağbet gördü. Daha sonraları ara sıra kullanıldı. Lirik, içli, melankolik ve romantik karakter içeren eserler ortaya çıktı. Hafız söz aldı; “Hakikaten bu isimle müsemma (Muayyen zaman) bir terkib. Acaba zât-ı şâhâneleri Şevkefzâ bir eser te’lif buyurdular mı?” der. Bunun üzerine III. Selim; “Bir şarkıya başladım, ama daha bitmedi. Sen bu makamı İsmail Dede’ye anlat da, beraberce bir fasıl tertip edin. Peşrevini ve semaîsini yapacak birini de buluruz elbet” diye cevap verir.

 

Hafız Efendi, huzurdan ayrılır ayrılmaz gidip Dede’yi buldu, Sultan’ın iradesini aktardı. Dede, bu yeni terkibi çok beğenmişti. Derhal sarayın yolunu tuttu.

Şevkefza makamını bir de mucidinden dinlemek istiyordu. Sultan Selim, Dede’yi yanında görmekten her zaman ayrı bir zevk duyardı. Hele onu bu defa Saray’a yeni makam olduğunu anlayınca büsbütün keyiflendi. Bu sefer Tamburunu aldı eline ve her sesi inlete inlete bir Şevkefza taksim etti. Sultan, Ney’e de Tambur kadar hâkimdi, ama Dede’ye yaptığı taksim çok iyi düşmüştü. Bu taksimin farkı, biraz da dinleyenden geliyordu. Zira Sultan, Dede Efendiyi bir hocası gibi düşünüyor ve onun musiki dehalığını her zaman takdir ediyordu.

 

O an da kendi kendine mırıldandı: “Bu İsmail Dede’de bir keramet var muhakkak. Ne zaman bu adama bir şey dinletmek istesem melekler yardıma geliyor sanki. Nedense Hafız Efendi’ye böyle bir taksim yapamadım” diye geçiriyordu içinden. Böyle bir musikişinasın kendi saltanatı sırasında yaşıyor olmasına şükretti.

 

 

Dede de benzer bir ruh hali içindeydi: “Allah’ım, bu adam seslere ne kadar hâkim! Keşke dünya işlerine de hükmünü böyle geçirebilseydi!” diye düşündü. Dede, Sultan’ın, taksimin karar sesi susar susmaz merakla yüzüne baktığını fark edince:

“Allah hünkârımı iki cihanda aziz etsin. Bu terkibi, kulunuzu pek müteheyyiç (coşturdu) etti. Bu makamın faslına beni de ortak buyurmanızdan bahtiyarım. Bu terkibe yaraşır Elhanlı İlham (bestenin ilham kaynağı) etmesi için Allah’a dua edeceğim” diyerek taksimin verdiği heyecanı dile getirdi.

 

Sultan, Dede’nin fikrinden memnundu. Bir an önce Şevkefza faslını dinlemek için sabırsızlanıyordu: “Rabbime hamd-ü senadan acizim, bana bu makamın terkibini müyesser kıldığı ve sizler gibi musikişinaslar lütfettiği için. Peşrevi Numan Ağa yapsın, sen bir beste ve yürük-semaî yap, diğer besteyle ağır-semaîyi de Hafız yapsın. Saz-semaîsini de bakalım kim yapar. Ben şu yarım şarkımı tamamlayayım, bu arada birkaç şarkı daha yapılırsa aliyyülâlâ (en üstün) olur” dedi.

 

Ertesi gün Kömürcü Hafız gözleri parlayarak girdi huzura. Sultan Selim anladı, Hafız bir besteyle gelmişti. “Güfteyi söyle!” dedi Hafız’a. Hafız ilk beyiti okudu:

 

“Hüsn-i zatın gibi bir dilber-i simin-endam

Görmemiş devredeli âlemi, çeşm-i eyyam”

“Güzelliğinize ait gümüştendir endamı gönül alan güzelin

Görmemiş geçmiş âlemler, bu kadar güçlü gözleri”

 

Bu kadarı bile Sultan’ın çok hoşuna gitmişti. “Kimin bu güfte?” Diye sordu Hafız’ın devam etmesini engelleyerek.

Hafız ihtiramla başını indirdi: “Kulunuz acizcin hünkârım.”

Sultan merakını gidermek istedi: “Nedir bu, murabba mı, ağır-semaî mi?” 

Hafız: ”Murabba hünkârım.”

Sultan’ın heyecanı artmaya başladı: “Dinleyelim o zaman.” Hafız, eserini okumaya başladı. Meyana gelince sustu. “Şimdilik bu kadar hünkârım, Hak müyesser ederse meyanını da yarın dinletirim” dedi. 

 

“Üstadane eser doğrusu” dedi Sultan. “Lâkin kısa bir murabba olmuş. Neyse zararı yok, ağır-semaîyi biraz uzun tutarsın. Hafız, haydi bir an önce tamamla şu eseri de, ağır-semaiye geç” dedi Sultan, Hafız’ın eline küçük bir kese sıkıştırdı.

 

İsmail Dede’nin elinde bir şiir vardı. “Ser-i zülf-i amberîni yüzüne nikap edersin” mısraıyla başlayan bu şiiri Dede çok beğenmiş ve bu tam bir yürük-semai güftesi demişti. İkinci gün eser tamamladı. Dede Sultan’a dinletmek için sabırsızlanıyordu, soluğu huzurda aldı. Sultan, Dede’nin bir şaheserle geldiğini yüzünden anladı. Meyanı dinleyince artık kendini tutamaz oldu, gözyaşları sel misali akmaya başladı.

 

Sultanın üzüntüsüne sebep olunca, devam etmek hürmetsizlik olur düşüncesiyle Dede okumayı bıraktı. Fakat Sultan, devam etmesi için eliyle işaret verdi. Dede eseri bitirince Sultan Selim, genç bestekârın ellerine kapandı, takdirini ve heyecanını ifade etti:“Ben belki bir tebaanın şahıyım, ama senin kulunum.  Sana vereceğim her atıyye (altın, bahşiş) bu eserin karşısında puldur”  dedi.

 

Sultanın istediği gibi ustalar fasılı hazırladılar. Sultan son derece mutlu olmuştu. Zira eskiden fasıl takımları yapılırdı. Fasıl, aynı makamda bestelenmiş eserlerin, belli bir düzene göre sıralanarak yapılan dinletisidir. Tam bir Fasılda, hem ses ve hem de saz eserleri yer alır. Fasıl oluşturulurken eserlerin aynı makamda olması temel alınır ve tür ile şekillerine göre de belli bir sıralama yapılır. Bir makama ait faslın oluşabilmesi için genellikle iki “Beste” ve iki “Semai” bestelenmiş olmalıdır. Bunlar sözlü eserlerdir. Besteler “Murabba” ya da “Nakış” formundadır. Murabba ya da Nakış'larla aynı yapıda olan fakat “Semai usulle” ile bestelenen sözlü Semailerin ilki “Ağır”, ikincisi “Yürük Semai” dir. Fasılda bunlara “Kâr”, “Şarkı” gibi sözlü eserler, “Taksim”, “Peşrev”, “Saz Semaisi”, “Oyun Havası” gibi saz eserleri katılabilir. (Suat Yener, Şarkıların Gözyaşları S:6)

 

Acemaşiran makamında bestelediği Aksak şarkısı günümüze kadar gelen eseridir:

 

Dinle sözüm ey dilruba

Gidelim meclise tenha

Edelim sayende safa

Etme cefâ bana mahım

Nevrestesin alma âhım

Efendim nev-civanımsın

Benim taze fidanımsın

Hâsılı tende canımsın

Etme cefâ bana mahım

Nevrestesin alma ahım.

 

Bağdatlı Esat Efendi’nin sözlerini yazdığı eseri Suzidilara makamında besteledi.

 

Âb ü tâb ile bu şeb hâneme cânân geliyor

Halvet-i ülfete bir şem’-i şeb-istân geliyor

Perçemi zîver-i dûş u nigehi âfet-i hûş

Dil-i sevdâ-zedeye silsile-cünbân geliyor

Sevgili, bütün tazeliğiyle ve güzelliğiyle yanıma geliyor.

Gizli buluşma yerimize bir vuslat güneşi doğuyor.

Omuzlarını süsleyen saçları, aklı ve şuuru dağıtan bakışlarıyla,

Sevdadan yaralı gönlüme ard arda sarsıntılar geliyor”

 

 

Arazbar, Büzürg, Isfahan, Muhayyer Sünbüle, Neva Buselik, Pesendide, Rast-ı Cedid, Şevkutarab, Tahir Buselik, Zavil gibi çok az kullanılmış makamlarda çalışmalar yapmıştır. 

 

Hazırlayan: Suat Yener