Hammamızâde İsmail Dede Efendi (1778-1846)

Hammamızâde İsmail Dede Efendi   (1778-1846)

Araban Kürdi, Hicaz Buselik, Saba Buselik, Neveser ve Sultan-ı Yegâh makamları mucidi. En büyük bestekâr

Dede Efendi, musikinin en usta bestekârı ve “ney” virtüözü dür. Klasik dönem ile Neo-Klasik dönem arasında köprü olmuştur. Her iki dönemde verimli olmuş ve musikimize çok değerli eserler bırakmış ve makamlar icat etmiştir.

 

Dede Efendi’nin babası Süleyman Ağa İstanbul Altınmermer'de Çavuş Hamamı’nı çalıştırmış. Bu yüzden ‘‘Hammamızade’’ olarak anılmış. Kurban Bayramı’nın birinci gününe rastlayan 9 Ocak 1778 tarihinde İsmail dünyaya geldi. 29 Kasım 1846 tarihinde Kurban Bayramı'nın son günü Mina'da vefat etti. 

 

Araban Kürdi, Hicaz Buselik, Saba Buselik, Neveser ve Sultan-ı Yegâh makamları ilk defa Dede Efendi tarafından bulundu ve ilk seslendiren kendisi oldu.

 

Dede Efendi, Yenikapı Mevlevihanesi’nde zamanın değerli müzik ustası Şeyh Ali Nutki Dede 'nin derslerini izlemeye başladı. Şeyhin kardeşi olan müzik kuramcısı Abdülbaki Nasır Dede 'den de yararlandı. Ney üflemeyi ondan öğrendi. Şeyhi Ali Nutki Dede genç müridinin musiki kabiliyetini fark etmiş ve O’na: ‘‘Öyle görüyorum ki istikbalin en büyük üstadı olacaksın” dedi.

 

1798'de Muhasebe Kalemi'ndeki görevinden ayrılarak tekkede çileye girmeye karar verdi. Mevlevi olmak isteyenlerin, tekkeye geldikten sonra birtakım gerekli törenlerden geçmesi, kesin kurallara uyması geleneği vardır.

Bir kimsenin «Mevlevi» adını alabilmesi için bin bir günlük çile'yi doldurması gerekir. Çile, Mevlevi geleneğine göre bir hücreye kapanarak yapılır. Çileye çekilen müride “çilenişin” denirdi. Çile bir içe kapanış, bir öz eğitim, kendini yetiştirme yoludur. Çileye törenle girilir, çileden törenle çıkılır. Çilesi süresi 1001 gündü. Yenikapı Mevleviihanesi'nin bu genç müridi, daha çilesinin ikinci senesinde sözleri Keçecizade İzzet Molla’ya ait olan bestelediği “Zülfündedir benim baht-ı siyahım” Buselik şarkıyı okudu.

 

Zülfündedir benim baht-ı siyahım 

Sende kaldı gece, gündüz nigâhım 

İncitirmiş seni meğerki ahım 

Seni sevdim odur benim günahım

“Saçlarındadır benim bahtımın karası.

Gece gündüz sana bakakaldım.

Acınmam incitirmiş seni meğer.

Seni sevmektir benim günahım”

 

Buselik şarkıyı dinleyen padişah, bu olgun sesin sahibini görmek istedi. Hemen sarayın açılan kapısından, Musahip Vardakosta Ahmet Ağa çağırarak Yenikapı Mevlevihane’si postnişini (Dergâhın başı) Ali Nutki’yi Dede'ye gönderildi.

Padişah Dede Efendi’yi sarayda görmek istiyordu fakat çile müddeti dolmamış bir dervişin çilesi kırılmamak için, gün kavuşmadan dergâhına dönmesi lazımdı. Buselik eserin bestekârı genç İsmail’de, ancak bu kaidelere uymak şartı ile saraya gidebildi. Kendisi de besteci olan III. Selim, onu saraya çağırtarak yapıtı bir kez de kendisinden dinledi.

 

Genç derviş olan İsmail, padişahın huzurundan maddi manevi iltifatlara layık olmuştu. Elinde bir kese altınla koşa koşa dergâhına döndüğü sırada, birden yolunu değiştirip, annesine uğraması lâzım olduğunu düşündü. Zira çileye soyunmağa karar verdiği zaman, babasından kalma hamamı satıp parasını muhtaçlara dağıtmış olduğu için, buna annesinin canı sıkılmıştı. Şimdi o eski hesabı silecek fırsat, kat kat elinde idi. Annesini hoşnut edecek böyle bir fırsatı kaçırmamalıydı. Üstelik gün kavuşmadan dergâhtan içeri girmesi gerekirdi. Koşarak evinin önüne kadar geldi ve açılan kapıdan keseyi içeri bırakırken, annesinin hayretten büyümüş gözlerine bakarak:

 

“Hamam için artık üzülme anne al hepsi senin olsun, pirimin ihsanı!” diyerek, dergâhının yolunu tutardı.

 

Nihayet Bin Bir Gün bitmiş ve genç derviş, Dede unvanını almış ve artık “İsmail Dede Efendi” olmuştu.

 

Dede Efendi, 1802 yılının ilk aylarında evlendi. Akbıyık mahallesinde bir ev kiralayarak yerleşti. Bu aralarda Dede, 1804 yılının Ağustos ayında çok sevdiği şeyhi Ali Nukti Dede’yi kaybetti. 1802 yılının Aralık ayında Salih adında bir çocuğu oldu. 1805’de de oğlu Salih’in ölümü kendisini çok üzdü. Bu acı olaylar üzerine ‘‘Bir gonca-femin yâresi var ciğerimde’’ adlı, Bayati makamındaki eserini besteledi.

 

Bir gonca femin yâresi vardır ciğerimde

Ateş dökülürse yeridir ah serimde

Her lâhza hayalî duruyor didelerimde

Takdire nedir çare bu varmış kaderimde

”Bir gonca iken ölen kızımın yarası vardır ciğerimde.

Kederimden başımdan ateşler dökülse yeridir.

Her yerde hayali durdur göz bebeklerimde.

Ulu emre çare var mı, bu varmış kaderimde”

29 Mayıs 1807 tarihinde dede’nin yetişmesinde önemli katkıları olan 3. Selim tahtan indirilince dede’nin musahibi-i şehriyarlığı (padişahın sohbet ettiği kişi) son buldu. Kendisi bestekâr ve şair olan 2. Mahmut tahta geçti. 3. Selim’in şehit edildiği 1808 yılında annesi Rukiye Hanım’ı kaybetti. Arkasından 1810 yılında oğlu Mustafa 6 yaşındayken öldü. Daha sonra Hatice, Fatma ve Ayşe adında kızları oldu.

Ayşe henüz 3 yaşında hayata gözlerini yumdu. Kısacası dede Efendi, 10 yıl içinde çok önemli kayıplar vermişti. 

Kızlarından Hatice Hanım, tamburi keçi Arif Ağa ile evlendi. Bu evlenmeden büyük şarkı bestekârı Rifat Bey dünyaya geldi. Dede’nin ikinci kızı Fatma Hanım, Pertevniyal Valide Sultan’ın baş ustası ve cariyeleri musiki hocalığını yaptı. Ahmet Durri Bey ile evlendi ve hanende Şevket bey adında çocukları oldu. (Yılmaz Öztuna - Büyük Türk Musikisi Ansiklopedisi-C: 1 S: 394) 

Dede, III. Selim'in 1808 yılında tahttan indirilerek öldürülmesini izleyen IV. Mustafa'nın bir yıllık padişahlığı sırasında müzik toplantılarına son verildiği için saraydan uzaklaştı. Sonra II. Mahmut padişah oldu ve Yeniçeri Ocağı’nı kaldırıp, karışıklığa neden olan ülke meselelerinin bir kısmını yoluna koyduktan sonra rahatladı, musikiye zaman ayırmaya başladı. II. Mahmut 1825 yılında, bir gün Yenikapı Mevlevihanesi’ni ziyarete gitti ve bu ziyaret sırasında, okunmakta olan, Dede’ nin Neva Mevlevi Ayini’ni duydu. Ayini çok beğendi ve Dede’ yi yeniden saraya davet etti; böylece Dede saraya geri döndü.

Padişah’ın Dede’yi bu denli takdir etmesi baş müezzin Şakir Ağa’yı rahatsız etti. Şakir Ağa, 19. yüzyıl klasik Türk musikisinin en önde gelen isimlerindendir. III. Selim'in Hazine Kethüdası Salih Bey'in dairesinden yetişmiş ve ilk musiki derslerini Hanende Başçavuş Mustafa Ağa'dan almıştı.

Parlak sesi ve fevkalade kabiliyeti ile göze çarpan genç Şâkir, Enderun'da hoca olan Hammamızâde İsmail Dede Efendi'den de çok faydalanmış, eserler meşk etmiştir. Fakat daha sonra Dede ile Şakir Ağa arasında rekabet başlamıştı.

Şakir Ağa bir fırsat yaratıp Dede’yi Padişah’ın önünde küçük düşürmek istedi. Bu plan içinde Eviç makamında yaptığı bazı küçük değişikliklerle yeni yarattığı bir makam olduğunu düşündüğü Ferahnâk makamını (fakat bu makam Abdülkadir Meragi 'ye aitti). Padişaha Dede'nin bulunduğu küme faslında icra edecek Dede de icraya katılamayıp sessiz kalarak, Şakir Ağa’dan daha aşağı görünecek ve küçük düşecekti. Fakat Şakir Ağa’nın planı gerçekleşmedi.

II. Mahmut, Enderun saz takımını istemişti. Dede Efendi, bu fırsattan faydalanarak padişaha: “Müezzinbaşı kulunuz Ferahnâk namı ile yeni bir makam icat etmiş. Ferman buyrulur ise okunacak” deyince Şakir Ağa şaşırmıştı. Hemen toparlanarak Padişah’a; “Henüz fasıl tamam olmadı. Yeni başladığım kâr yarıdadır. İkinci murabbaı ile ağır semaisi ise bestelemedim. İnşallah tamam olsun da!” gibi sözlerle, Dede’nin bu yaman hareketini geçiştirmeğe çalışır.

Fakat Padişah Ferahnâk’in nasıl bir makam olduğunu merak ettiğinden, bestelenmiş, olanları dinlemek istedi. Zeki Mehmet Ağa’nın tamburla bir taksiminden sonra Ferahnâk peşrev çalındı. Arkasından Şakir Ağa, güzel ve tiz sesi ile: “Meyleder bu hüsn ile kim görse ey gülfem seni” bestesini okur. (Arzu eder bu güzelliklerini, seni kim görse gül dudaklım) Dede ve arkadaşları dinler. 

Bu eser biter bitmez Şakir Ağa, Ferahnâk şarkısını okuyacağı sırada Dede Efendi, Ferahnâk makamında bestelediği Zencir usulündeki:“Figân eder yine bülbül bahar görmüştür” icra eder. 

İkinci murabbaını okumağa başlar.  Bu defa susma sırası Şakir Ağa’ya gelir. Sazlar da ona uymakla yetinirler. Şakir Ağa, neye uğradığını anlar. Bununla beraber, düştüğü zor durumdan bir an önce kurtulmak için murabbaının neticesini bekler ise de, bu ümidi de boşa çıkar. 

Çünkü murabbadan sonra Dede ve arkadaşları,  “Dil-i bî-çâreyi mecruh eden tîğ-i nigâhındır”  (Kılıç gibi bakışlarından çaresiz gönlüm yaralanmıştır)Sözleri ile başlayan ağır semaisine başlarlar. Eserin bitiminde Dede Efendi, Şakir Ağa’ya manalı bir şekilde bakarak: “Buyurun sıra size geldi” der. 

Şakir Ağa da yukarıda sözü edilen şarkısıyla, cidden şuh ve raksan bir tarzda bestelediği  “Bir dilbere dil düştü ki mahbubu-ı dilimdir” (Gönül bir dilbere düştü ki, muhabbeti gönlümdür). İsimli yürük semaisini okur ve arkasından da Kemani Ali Ağa’nın saz semaisi çalınarak fasla son verilir.

Fasıl bitmişti, musikinin inceliklerini bilen II. Mahmut, huzurunda meydana gelen ve bu çekişmeyi, en ince ayrıntısına kadar dikkatle takip etmişti. Şakir Ağa’nın eserleri inkâr edilemeyecek surette renkli ve gönül açıcı olmakla beraber, Dede’ninkiler ustalık, aynı zamanda güzellik ve yerinden okunması bakımından onlardan üstündü. 

Faslın sonunda, II. Mahmut bu husustaki fikrini açıklamaktan çekinmemiş ve Müezzinbaşı’ya hitaben; “Şakir, Şakir!.. Dede musikide bir canavardır. Sen onunla güreşemezsin” dedi.

II. Mahmut, Dede Efendi’nin musikideki gücünün ve kabiliyetinin üstünlüğünü anlatmak istemişti. Dede Efendi, Padişahın bu takdir bildiren sözlerinin aksine çok üzülmüştü Dede’ye yetişip görüşenlerden dinlendiğine göre, kendisi II. Mahmut’un huzurundan çıkınca bir köşeye çekilip ağlamış ve: “Padişah, beni benzetecek başka bir şey bulamadı mı” diye yakın dostlarına içini dökerek şikâyet etmişti.

“Canavar” benzetmesi Dede Efendi’yi saraydan soğutmuştu ve saraydan ayrıldı. Fakat II. Mahmut bir yolunu bulup Dede Efendi’yi tekrar kazanmak istiyordu. Mevlihane’de, Dede Efendi Ferahfeza ayini yapıyordu. II. Sultan Mahmut içeri girdi. "Can-u dilden bir aşk-u şevk" i okuyordu.

Padişah mest olmuşçasına dinledi ve yanına çağırdı; "Hastaydım, gelmeyecektim, gayretle geldim, lakin çok isabet etmişim, Ferahfeza Ayini bana iksir-i hayat gibi tesir etti, hamd olsun adeta iyileştim" dedi. 

Bu iltifattan sonra Dede Efendi saraya döndü ve Müezzinbaşı oldu. Ahırkapı’da bulunan Dede Efendi konağı da II. Mahmut’un hediyesidir. Ancak büyük devlet adamlarına verilen murrasa imtiyaz nişanını 2. Mahmut kendi elleriyle Dede’nin göğsüne takmıştır. 

Dede ile Şâkir Ağa'nın musikideki çekişmeleri epeyce sürmüşse de sonunda Dede'nin üstünlüğü tartışılmaz bir şekilde kabul edilirdi. Zekai-zade Hafız Ahmet Efendi'nin Sadeddin Heper'e anlattığı göre rivayet şöyle; Günlerden bir gün Şâkir Ağa, Dede'ye gelerek: “Dede'm, bir şarkı yaptım. Emsalinin yapılacağına inanmıyorum. Amma acaba okuyan bulunur mu?” dedi. 

Dede: “Ağa'm oku da dinleyelim” demiş. Şakir Ağa da "Efsun okur uşşakına ol gamze-i câdû" mısra ile başlayan Evcara makamında ve Ağır Aksak Semaî usulündeki şarkısını kendine has üslubu ve şahane sesiyle okumaya başlamış. Şarkıyı dinlerken gözlerinden akan yaşlar sakallarından süzülen Dede: “Ağa, emsalinin yapılacağına ben de inanmıyorum. Ancak Üsküdarlı Vâhib Efendi'ye meşk et o okur” diye hissiyatım dile getirirken bir de büyüklük örneği vermiştir.

Dede ile Şakir Ağa rekabeti süre dursun. Dede’nin, 2. Mahmut’un 1939 yılına kadar devam eden 31 yıllık saltanatı boyunca devrin en gözde bestekârı olarak şöhreti arttı. 2. Mahmut ölünce yerine 16 yaşındaki oğlu 1. Abdülmecit tahta çıktı. Batı Musikisi eğitimi almış olan genç hükümdarın Türk musikisine ilgisi zayıftı. Fakat babasının çok sevdiği ve takdir ettiği Dede’yi sarayda tuttu. Ona hürmet ve himayesini üzerinden eksik etmedi.

Abdülmecit Han bizim bildiğimiz imparator, diktatör, lider tipinin tam karşıtı bir kişilikti. Batı kültürüyle yetiştirilmişti. İyi Fransızca konuşur ve batı müziğinden hoşlanırdı. Babası II. Mahmut gibi yenilik yanlısı hükümdardı. Devlet idaresindeki batılaşma ve yeniliklerin musikide de yapılmasından yanaydı. Dede Efendi’den daha batılı tarzda eserler ortaya koymasını istedi. Batı ile kültür ve müzik alış verişi etkinliğinde Fransa’dan bir grup geldi. İlk önce Fransız müzisyenler konserini verdi. Davetliler neşeli zaman geçiriyorlardı. Fakat padişah kara kara düşünüyordu. Bu anlayışla Fransızların konserinin ertesi günü Dede efendinin konseri vardı. Eğlence yerini ağır şarkılara bırakacaktı. Bu durumu gören Sultan Abdülmecit, Dede Efendi'yi çağırdı. "Bu gün yapılan eğlenceyi gördün yarın için ne düşünüyorsun? " diye sorunca, Dede Efendi: "Hiç merak etmeyin hünkârım" dedi.

Rahatsızlığı sırasında Dede Efendi’ye, diplomatik müzakereler sırasında eşlik eden Saray Tabibi Halil Bey ile Beyhan Sultan’ın yardımcısı Gülnihal Kalfa arasında bir yakınlık yaşanmaktaydı. Bu yakınlığın ilhamını konu ederek Dede Efendi işe soyunuyordu. Ertesi gün Abdülmecit 'in hiç umudu yoktu. Konserine başladı Dede bir gecede bestelediği ‘‘Yine bir gül-nihal’’ şarkısı vals ritimlerinle konsere başladı ve bütün davetliler zevkle dans edince Abdülmecit'in keyfi yerine gelmişti. 

Yine bir gül-nihâl aldı bu gönlümü 

Sîm-ten gonca-fem bî-bedel ol güzel 

Âteşîn ruhleri yaktı bu gönlümü 

Pür-edâ pür-cefâ pek küçük pek güzel 

Görmedim kimsede böyle bir dil-rübâ 

Böyle kaş böyle göz böyle el böyle yüz 

Âşıkın bağrını üzmeye göz süzer 

El’aman pek yaman her zaman ol güzel

“Yine bir gül fidanı beni kendine âşık etti.

O güzel gümüş tenli, gonca dudaklı ve bedelsizdir.

Ateş gibi yanakları bu gönlümü yaktı.

O güzel eda dolu, cefa dolu, pek küçük ve pek güzeldir.

Kimsede böyle bir gönül alıcılık. böyle kaş, göz, el ve yüz görmedim.

Âşıkının kalbini üzmek için süzdüğü gözlerden illâllah!

 O güzel her zaman güzeldir.”

Bu eser çok beğenildi ve Abdülmecit altınla Dede Efendi 'yi ödüllendirdi. Fakat Dede Efendi’nin hoşuna gitmedi çünkü kendisi daha çok sanat değeri taşıyan eserlerden yanaydı. Abdülmecit ise devamlılığı istiyor ve batı müziğine yakın besteler yapması için ısrarcı oluyordu. Saray zevkindeki bu gelenekten kopuş ve değişim Dede’yi memnun etmiyordu. Hatta bir gün saray bahçesinde gezerken, öğrencisi Dellalzâde İsmail’e: ‘‘İsmail, bu oyunun tadı kaçtı’’ dedi ve Padişah’dan izin alarak hacca gitti. Hacca yakın arkadaşı Zeki Mehmet Ağa, öğrencisi Dellal-zade İsmail ve Mutaf-zade Ahmet Efendi ile beraber gittiler. Hacda yakalandığı koleraya yenik düşerek 29 Kasım 1846 tarihinde Mina'da vefat etti. Mekke’de gömüldü. (Suat Yener – Şarkıların GözyaşlarıS: 17)

 

Yenilikçiliğin bir başka yönü, Batı müziğiyle olan ilişkisindedir. Muzika-yı Hümayûn'un kuruluşuyla saraya giren İtalyan müziğini dinleme olanağı bulmuştur. Kulak gücüyle kavramaya çalıştığı Batı müziğinin etkisi bazı yapıtlarında, özellikle Rast Kâr-ı Nev'de -vals ritmini gelenekte bulunan üç zamanlı semai ölçüsüyle verdiği- "Yine bir gülnihal.." şarkısında açıkça olduğu görülür.

 

Batı'nın çok sesliliğiyle ilgilenmemiş olduğu halde, bu müziğin melodi yapısını özümlemiş olması nedeniyle bu tür parçaları armonize edilebilir. Bu konu ile bir anısı olduğu rivayet edilir: “Yine bir gül Nihal” şarkısı vals ritmindedir. Vals ritmi 16. yüzyılın ortalarında Fransa’da ortaya çıkmış ve buradan dünyaya yayılmıştır. Özellikle 18. ve 19. yüzyılın başlarında büyük rağbet görmüş, sarayların ve baloların vazgeçilmez dans müziği olmuştur. Türk musikisinde semai usulü batıdaki vals ritmine uygun düşer.

 

İşte valsın bütün dünyayı kasıp kavurduğu 19. yüzyıl başlarında Osmanlı Sarayı’na konuk olarak bir Fransız müzisyen gelir ve bu konuğu ağırlama görevi İsmail Dede Efendi’ye düşer. İki müzik adamı müzik konusunda konuşmaya başlarlar.

Bir ara Fransız müzisyen, valsın Fransa’dan çıkmış olmanın gururuyla ve biraz da küçümseyerek Dede Efendi’ye sorar: “Siz valsı hiç duymadınız mı? Bildiğim kadarıyla vals hiç bilinmiyor Osmanlı’da. Bu konuda bir eseriniz var mı?

Dede Efendi bu alaylı ifade karşısında biraz da sıkılarak şöyle der konuğuna:

“Bu vals nasıl bir şeydir üstadım? Bir örnek verebilir misiniz? Belki biliyoruzdur”

Bunun üzerine Fransız müzisyen, kemanıyla en popüler vals parçalarından birini çalar. Dede Efendi parçayı sonuna kadar dinledikten sonra: “Tamam efendim” der konuğuna. “Yine bir gülnihal aldı gönlümü” adlı eseri Fransız müzisyene sunar. Fransız müzisyen parçanın daha ilk notalarını duyar duymaz kıskanmadan edemez ve mahcup olur. Son darbe gelir Dede Efendi’den: “Biz valsı yıllardan beri biliriz ama kulağımız daha gelişmiş müzik zevklerine alışık olduğundan bunu pek kullanmayız”

Dede Efendi’nin vurgulamak istediği semai usulüdür. Semai Usulü; Türk Müziğinde 3 zamanlı bir usuldür. Darpları Güçlü, Yarı güçlü ve Zayıf olarak sıralanır. Geleneksel usul vuruluş şekline göre usulün darpları güçlü darp sağ elle sağ dize, yarı güçlü darp sağ elle sol dize ve zayıf darp sol elle sol dize vurulmak suretiyle olur. Usulün seyri sık sık Batı Müziğindeki Vals ritmiyle karıştırılsa da, darp güçlerinin farklılıkları nedeniyle seyri ve melodik ritmi Vals gibi değildir. Ancak geçtiğimiz yüzyılda bu usul kullanılarak yapılan bestelerde daha çok Vals ritmi hissedilmektedir.

Dede gelenek içinde bireysel bir sese ulaşabilmiş bestecilerin başında yer alır. Bu yüzden üslubu "Dede Efendi tavrı" diye nitelendirilir.

Klasik üsluba bağlı kendisinden sonraki bütün bestecileri etkilemiştir. Çeşitli kaynaklarda onun benzersiz bir naathan olduğuna değinilir. Bir hanende olarak da, Türk müziğinin kendisine ulaşan bütün ürünlerini öğrenmiştir. Öğrendiklerini öğrencilerine öğretmiş, onların öğrencileri de bunların önemli bir bölümünü notaya almışlardır. Böylece İsmail Dede klasik yapıtlar repertuarının bugüne ulaşmasında en eski kaynaklardan biri olmuştur. Dede Efendi'nin hemen hemen her formda bestesi vardır. En güçlü yapıtarı sayılan Mevlevi ayinleri, müziğinin gelişimini ve niteliklerini daha belirgin biçimde yansıtması açısından da önemlidir. Her yapıtında sanatının ayrı bir özelliğiyle ortaya çıkar. Başka bestecilerinki gibi onun da pek çok yapıtı kaybolmuş ya da unutulmuşsa da, iki yüz yetmişten çok yapıtı aslına uygun bir biçimde günümüze ulaşmıştır. Bu onu klasik repertuarda en çok yapıtın bulunan besteci durumuna getirmiştir. 

Dede Efendi, 500 dolayında beste yapmışsa da, nota kullanımının yaygın olmayışı ve müzik öğretiminin ezebere dayanması nedeniyle, bunlardın yarısına yakın bölümü unutulmuş 8'i saz eseri, geri kalanı sözlü eser olmak üzere 267 yapıtı günümüze ulaşabilmiştir. Sözlü yapıtlarından 49'u dinsel tasavvufi, 218'i din dışıdır. Tasavvufi yapıtlarını en önemlileri Hüzzam, Saba ve Ferahfeza Mevlevi ayinleridir.

Yapıtlarından bazıları; Hicaz köçekçe, 

 

Şu karşıki dağda bir yeşil çadır

Çadırın içinde ah bir civân yatır

O civân bilmiyor hiç gönül hatır

Leylâ'nın aşkına dağlar mekânım

Sevdâ ne müşkül âh yanar ağlarım

Karşıda yananı fener mi sandın

Salınıp gezeni âh yârin mi sandın

Bu güzellik sende kalır mı sandın

Leylâ'nın aşkına dağlar mekânım

Sevdâ ne müşkül âh yanar ağlarım

Rast Kar-ı 

 

Gözümde dâim hayâl-i cânâ (Ah Ah)

Gönülde her dem cemâl-i cânâ

Hey canım hey ömrüm hey, hey hey hey

Ah ey peri-rû dilber-i rânâ civânı nâzenin

Ah gam benim şâdi senin, hicrân benim devrân senin

Yâr benim devrân senin.

Ey şâh-ı cihân ey dilde nihân

Senin gibi güzel efendim var

Var benim, yâr, yâr var benim

Gül yüzlü mâhım, râhm eyle şâhım

Çeşm-i siyahım, alemde birsin

“Gözümde hep sevgilinin hayali, gönlümde ise her zaman onun güzelliği var.

Ey peri yüzlü, gönüller güzeli, nazlı, narin sevgili.

Dert benim, sevinç senin, ayrılık acısı benim, zamane ve dünya senin; bana kalan bir tek sevgili.

Ey dünyanın şahı, ey gönüldeki sır, senin gibi güzel bir efendim var.

Gül yüzlü güzelim, bana merhamet et. Kara gözlüm, dünyada teksin.”

Hicaz Yürük Semai 

(Ah) Yine bezm-i ayş û vuslat edip ehl-i aşkı ihyâ

(Ah) O güzel başın için, o hilâl kaşın için gel

Men men âşık-ı nâlân, men men bende-i fermân

Ten ni ten ni ten nen ni te ne nen

Gel, gel dilde nihanım gel gel kaşı kemânım

(Ah) Aman ey gül-i nihâlim beni eyle vasla şâyân

Aman ey gül-i nihâlim beni eyle vasla şâyân

(Ah) Sana cân û dîl fedâdır gönül andelib-i gûyâ

San can-ü dîl fedâdır (Ah) Gönül andelib-i gûyâ

Muhabbetin neş’esi, gönlümü ve canımı çılgına çevirdi.

Kavuşmamız ve bir araya gelişimiz, aşk ehlini yüceltti.

Ey gül fidanım, aman, beni kavuşmaya lâyık gör.

Sana canım ve gönlüm fedadır, gönül aşkınla bülbüle dönmüştür.”

Ferahfeza Yürük Semai  

 

Bu gece ben yine bülbülleri hâmûş ettim

Âh ü feryâd ederek âlemi bîhûş ettim

Tâk-i eflâke reşîd oldu, yine nağme-i âh

Bülbül-âsâ gece tâ subha kadar cûş ettim

Serv-i bülendim, ah işve pesendim

Gel, kendi efendim

Dil sende, gözüm hüsnüne hayrette

Nazlı cenânım, kaşı kemânım

Bu gece ben yine bülbülleri susturdum;

Zira ahım ve feryadım dünyayı kapladı.

Âhımın nağmeleri gökkubbeye yükseldi.

Geceden sabaha kadar bülbül gibi coştum.”

Hüzzam Çifte Sofyan şarkısı:

 

Ey gül-i bağ-ı edâ / Sana oldum mübtelâ

Gel bana eyle vefâ / Sana oldum mübtelâ

Sevdiğim saydığım / Sana oldum mübtelâ

Aman ey nev-resfidân / Yandı cânım el’amân

Bu sözüme gel inan / Sana oldum mübtelâ

Sevdiğim saydığım / Sana oldum mübtelâ

 Ey naz bağının gülü, sana tutuldum.

Gel, bana vefa göster, sana tutuldum.

Sevdiğim, saydığım, sana tutuldum.

Ey taze fidan, yardım et. canım yandı, yeter!

Gel, bu sözüme inan, sana tutuldum. Sevdiğim, saydığım, sana tutuldum”

(Dede Efendi’nin geniş nota, güfte, besteleri için bknz: Salih Bora,www.turksanatmuzigi.org, Etem Ruhi Üngör, türk Musikisi Güfteler Antolojisi, Suat Yener, Musiki Kılavuzu.) 

 

Dede Efendi’nin daha bir çok şarkısı dillerde dolaşı. Bunlarda başlıcalar:

 

Karşıdan yar güle güle yarim geldi canım geldi                                                    Bayati

 Ben seni sevdim seveli kaynayıp coştum                                                             Bestenigar

 Sevdim bir gonca-i rana                                                                                       Evc

 Beğendim seni efendim geçmem asla ben                                                            Ferahnak

 Bi-vefa bir çeşm-i bi-dad                                                                                     Gülizar

 Baharın zamanı geldi a canım                                                                              Hicaz

 Mah yüzüne aşıkanım                                                                                          Hicaz

 Ey büt-i nev-eda olmuşum müptela                                      Enderuni Vasıf       Hicaz

 Ey gül-i bağ-ı eda                                                                                                 Hüzzam

 Reh-i aşkında edip kaddimi kütah gönül                                                              Hüzzam

 Dil bir güzele meyl etti hele   Dede Efendi                                                           Rast

 Yüzündür cihanı münevver eden                                                                         Rast

 Ağlatırlar güldürürler çeşmim yaşın sildirirler                                                    Uşşak

 Gitti de gelmeyiverdi                                                                                            Uşşak

 Dil nale eder bülbül-i şeyda revişine                                                                    Uşşak

Bir kurban bayramı arifesinde doğup yine bir kurban arifesinde vefat eden ünlü bestekârımızın İstanbul’daki evi bugün müze halinde kullanılmaktadır. Sultanahmet Cankurtaran’da Ahır-kapı’ya doğru giderken Hamamizade İsmail Dede Efendi’nin tarihi evi karşınıza çıkar,

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ismail Dede Efendi 1818–1846 yılları arasında bu evde yaşadığı için, 1984 yılında Türkiye Tarihi Evleri Koruma Derneği (TÜRKEV)tarafından restore edildi. Şu anda müze olarak hizmet veren mekân, iki kattan oluşuyor. Üst katta iki oda ve bir sofa, alt katta bir salon vardır. Burada Dede Efendi’nin hatırası için dönüşümlü olarak her cumartesi, Türk halk ve sanat müziği konserleri ile paneller düzenlenmektedir. Müze Evi salı, perşembe, cumartesi, pazar günleri saat 10.30 ile 16.30 arası ziyaret edebilirsiniz (http://www.turk-ev.org.tr/images/DedeEfendiEvi.jpg)

Hazırlayan: Suat Yener